Türkiye’de aile içi cinayetlerde kan gövdeyi götürüyor.
Ana, çocuğunu, eş, eşini boğazlıyor.
İzmir’de bir polis eski eşini ve avukatını sokak ortasında kurşun yağmuruna tutup öldürüp intihar ediyor.

Adana’dan 12 yaşındaki kız çocuğu kendisini sınava göndermeyen annesini tek kurşunla katlediyor.
 
Nazilli’de cinnet geçiren adam eşini öldürdükten sonra canına kıyıyor.
 
Kan akıyor.
Kan durmuyor.
 
Konya’da bir kişi eniştesini, ablasını, gelinini ve yeğenini gözünü kırpmadan yaşamına son veriyor.
 
Çatalca’da evlenmesine karşı çıkan bir kişi ağabeyisini, yengesini ve 4 yeğenini hunharca öldürüyor.
 
Sağa dönsem çığlık...
Sola dönsem gözyaşı akıyor.
Önümde dost bildiğin düşman.
Arkamda her an boğazıma sarılacak karanlık el.
 
Bir anne el bebek gül bebek büyüttüğü oğlunu, yasak ilişkiye girdiği adamla çıplak gördüğü diye kurbanlık koyun gibi boğazlıyor.
Dostu cinayete ortak oluyor.
Günlerce televizyonlarda sahte gözyaşı akıtıyor.
Yakalanıyor.
Suçsuzum diyor.
Ama oğlunun ölümüne artık televizyon programlarındaki gibi gözyaşı dökmüyor.
 
Konya’da 4 yaşındaki çocuk bakkala ekmek almaya gidiyor.
Bakkala gidişi oluyor ama eve dönüşü olmuyor.
Günler sonra çocuğu, komşu kadının öldürdüğü ve kömür gibi sobada yaktığı ortaya çıkıyor.
 
Neden?
Niçin?
Niye sorularının yanıtını ararken aile için toplu katliamların en berbat haberi bu kez Adana’dan geliyor.
Bir kişi ailesinden tam 8 kişiyi tek tek öldürüyor.
İntihihar etmeden önce mektup yazarken yakayı ele veriyor.
 
Etiler’de Münevver’in başını gövdesinden ayıran testereli katil zanlısı Cem Garipoğlu garip bir şekilde ortadan kayboluyor.
Münevver, mezarında hâlâ rahar uyuyamıyor.
 
Evet son aylarda barut fıçısına dönen Türkiye’de oluk oluk insan kanı akıyor.
Akan kanların kan grupları bir birine benziyor.
 
Midem bulanıyor kusasım geliyor.
..............................
Fuhuş 13’e, uyuşturucu kullanma yaşı 7’ye iniyor.
 
Herkes bir birini aldatıylor.
Facebook’da Hotmail’de MSN’lerde çekilen gizli video görüntüleri şantaj aracı olarak kullanılıyor.
..............................
Çocuklarımız, gençlerimiz şimdi bu pislikler içinde büyüyor.
Oysa benim çocukluğum böylemiydi.
..............................
 
Muhtar emir verir köy bekçisi bir evin damına çıkardı.
Sağ elininin tabanı ağzına, parmak uçlarını da kulak kepçesine gelecek şekilde tellar çağırırdı.
“Ey köylü yarın muallim efendi köyümüze geliyor” diye.
Kadınlar, genç kızlar güneşin doğuşunu beklemeden sokalara doluşurdu.
Her yer temizlenir, hayvan pisliklerinden arındırılırdı.
Köy büyükleri muallim efendinin nasıl karşılanacağını, nerede ağırlanacağını öğle ezanı okununcaya kadar belirlerdi.
Muallimi karşılamak için erkekler bir kenarda sakladıkları şalvarlarını, işliklerini, kadınlar-kızlar ise gökkuşağının yedi renkini taşıyan fistanlarını, dügün bayram için sakladıkları şalvarlarını giyerdi.
Saçlar-yüzler dökme sabunlarla yıkanır, beyazın en güzeli dantelli tülbentler bağlanırdı.
Sonra tüm köylü muallimin geleceği yola düşerdi.
20-25 yaşlarındaki eğitimcinin önünde 80 yaşındaki yaşlılar saygıyla eğilir elini öpmeye bile kalkardı.
 
Yer sofrası kurulur muallimin karnı doyrulurdu.
Muallim anlatır, 7’den 77’ye herkez pürdikkat onu dinlerdi.
Sonra muallime yeni döşekler serilir, yorganlar açılır, yastıklar konulurdu.
 
Tahtadan benbeyazdı benim okul çantam.
Babam parmağıyla çantama “tak” “tak” diye vurur sonra gözlerimin içene bakarak “Cevizdendir, İzmir işidir kıymetini bil” derdi.
Cevizi anlardım, çünkü harmanımızın yanında bir ceviz ağacımız vardı.
Ama İzmir ne demek olduğuru babama hiç sormadım.
Simsiyah bir önlüğüm, bembayaz bir de yakalığım, boynumda da ortasından ip geçirilmiş bir silgim vardı.
 
Siyah ile bayaz arasında bir yürektim.
Her sabah okula koşardım.
Kış çetin olurdu bizim oralarda.
Kar iki metreyi bulurdu.
Bahar aylarında gök delinip yere akardı sanki.
Gök gürlerdi.
Şimşekler ateş topu olurdu.
Ben korkardım.
Başımı yorganlar altına sokardım
 
Her sabah dökülürdüm yollara.
Hava soğuktu, okulum uzaktı.
Bir avucumda közde pişmiş sıcacık bir patates olurdu.
O patates hem beslenmemdi, hem de üşümeyim diye sobam.
Değiştirirdim ara sıra çantamla patatesin yerini üşüyen diğer elim ısının diye.
Ama dikkat edererdim çantam, düşüp kırılmasın diye.
“Cevizdendir, İzmir yapımıdır kıymetini bil” derdi ya babam.
 
Ama o babamın bir yıl kaldığı görülmemiştir köyde.
Üç ay İzmire tüyerdi.
6 ay İstanbul’u mesken tutardı.
Anam ayaz gecelerde bize yorgan
Serinleyelim diye de kavurucu yaz aylarında bir ağacın dalı olur gölge yapardı.
 
Dedem köy hocasıydı.
Cuma günleri verdiği sela ağlatırdı.
Ramazanlarda köylü iftarını açmak için onun ezan okumasını beklemek için damlara çıkardı.
Dedem sünnet olacak çocukları peşine takar dualarla köyü 7 defa dolaştırırdı.
 
Atatürk’ü işte o köy hocası dedem sevdirdi bana.
Her 10 Kasım’larda elimden tutup köyde tek radyo olan Halil amcanın evine götürürdü.
Ata’nın konuşması başladığında dedem, sağ elini kulağına götürürdü.
Parmaklarını yumar sanki bir çanak anten yapancasına radyoya yönlendirirdi.
Atatürk’ün konuşmasını nefesini tutarak dinlerdi.
Ara sıra “ya ya işte böyle” derdi.
Ben anlamazdım.
 
Ben okula giderdim.
Çok üşürdüm
Her öğrencinin her sabah getirdiği bir odunla, 5 sınıfın birden bulunduğu sınıf ısınmazdı.
Muallimimiz bize iki hece öğretir sonra 4 ve 5 sınıflara “Dünyanın ortasından ekvator geçer” derdi.
Köyümü düşünürdüm, ekvetorun ne olduğuna bir anlam veremizdim.
Masmavi gökyüzünde çantamın güneyden kuzeyeyine keklikler uçardı.
Ekvetoru öğretemidi öğretmenimiz bana ama dedem gibi Atatürk’ü sevdirdi...
Her akşam uyumadan Atatürk’ü Samsun'a çıkarırdım.
Samsun’dan Sivas’a oradan da Erzurum’a yolcu ederdim.
Arkasından dua ederdim.
 
Kerat cetvelini hiç sevmezdim.
Ata matematigi sevdiği için öğrenmeye çalışırdım.
Derdim ki Atam 9’kere 9’un 81 ettiğini bilmeseydi eğer Bandırma Vapuruyla  Sinop Burnu'na çarpardı.
Nohut ve fasulye ile bu kadar öğretti bize matematiği muallimimiz.
Bir abaküsümiz bile olmadı ki.
Olayları iyi anlatırdım iyi de resim çekerdim.
Eyvah dediler bu çocuk adam olmaz.
Yazık oldu çantaya değil mi?
Cevizdendi İzmir işiydi.
Biz okuyamadık adam olamadık.
İyi ki Filiz okudu.